4 Mayıs 2008 Pazar

nasıl

nasıl icat olduğunu hayal ediyor insan ister istemez bu oyunun. ayağınla yerdeki bişeye vurmak, vurduğunda giden o şeye birinin geri vurması. sonra o şeyin sert mi yumuşak mı olması gereğinin kararlaştırılması. sonra "vuruyoruz da niye vuruyoruz" şeklinde bir varoluşçu soruyu müteakip amaç konması... sonra obsesif birileri girmiş devreye, "forma giyelim, böyle karışıyor" demiş, "ohoo, alan gidiyor, bi çizgi olsun alanı sınırlayan" demiş, direk dikmiş, yüksekliğiyle kafayı bozmuş... bugün de bunların hepsi toplanmış, caf, uefa, concacaf, fifa filan takılıyo. görseniz koca koca amcalar bi de... tuhaf...

bir de bu ülkede oynanıyor aynı oyun. aynı kurallarla. sonuçlar farklı farklı. taraftarlık mefhumu az birşey bulaşmışsa hele iyice acayip. zaten rasyonel olmanın kaybıyla eşdeğer. dünya üstü kavramlar giriyor devreye, totemler, veya oyuncudan taraftarmış gibi oynaması beklentisi. öyle ya, adı konmuş, karşılıklı imzalanmış bir görev tanımı yok. futbolcunun görevi belli tabi ki, taraftarın da. ama anlaşmalar karşılıklı denk değil.

moda'da doğmuş, kalamış'ta büyümüş, ilk maçına 3 yaşında gitmiş, siyah beyaz fotoğrafların siyah beyaz olmasına hayıflanılmasına sebep sarı lacivert şeylerle çekilmiş çocukluk fotoğrafları olması gerekiyor Fenerbahçe'de oynayacak futbolcunun, veya başka bir spor dalı oyuncusunun. Fenerbahçeli olacak yani. annesi babası kafaya koyup altyapıya yazdırana kadar manyağı olmuş olacak, sonra da devam edecek. kaçıp deplasmanlara gidecek filan. bilecek.

bunun bir örneği var aslında, küçücük çocukken evinde Fenerbahçe bayrağı öpen can arat örneğin. iyi futbolcu mu peki? hayır. belki benden daha iyi Fenerbahçelidir, mümkündür, ama bunun yetmediğinin, ebat olarak da, en büyük ispatı.

semih var öte yandan. özçamdibispor'un altyapısından keşfedilip sarı laciverdi giyene kadarki çocukluk hikayesini bilmesek de "doğma büyüme dereağzı"lı.. e can'a göre epeyi iyi bir örnek.

sahada top oynayan (topun rengi, şekli ve sizin lehinize olmak için yapması gereken aksiyondan bağımsız olarak) oyuncunun benim kadar Fenerbahçeli olmasını isterim. neden istemeyeyim. tek handikapı kritik zamanlarda benim gibi kontrolünü kaybederse sahada işler b.ka sarabilir.

ama olsun... oynasınlar yahu. "Fenerbahçelilik ruhu" denilen, kimsenin bilmediği, eskilerin kimi isimlerle özdeşleştirip önümüze sunduğu, somutlaştırmaya çalıştığı manevi değeri bilsinler en azından, sahip olamıyorlarsa bile. bunu en iyi yapan örnek appiah'tır mesela. afrikalılar genel olarak bunda daha başarılı zaten, tesadüf değil. belki bizim futbolla gerçek hayattaki ezilmişliklerimizin acısını çıkartma içgüdümüzü onların da dünya düzeni içinde ırk olarak yaşamalarına temellendirilebilir bu durum. yoksa artık kariyer olarak en tepede duran drogba'nın attığı goller sonrası bu denli çıldırabilmesi açıklanamaz. artık "attığım her gol bana nakit olarak geri dönüyor" noktasının biraz ilerisinde. kendisiyle aynı ten rengini taşıyan ancak cool'un kralı olan anelka'nınki ise olsa olsa fransız kibiri olsa gerek.

evet, appiah demiştik. ilk sezonunda gönüllere taht kuran, "göğsüme vura vura da çürüttüm sol yanım hey" türküsünü bilir gibi delirmesi vs... maç kaybetmeye tahammülsüzlük hali. sever taraftar bunları. bu biraz varsa içinizde, tribünün de buna prim verdiğini anlarsanız bunu lehinize çevirebilirsiniz. öyle ki sonraki iki sezonda çeşitli nedenlerle oynayamayıp üstüne bir de kulüp yönetimine sağlık ekibi üzerinden geçirseniz bile insanlar sizi bir sonraki sezonun aday kadrosuna yazarlar tereddüt etmeden. alın size irrasyonalitenin bir yansıması daha. "o ilk sezonundaki appiah olsa var ya..." söylemleri. tabi ki takıma bütün yıldızları getirirken "acaba?" olan medya appiah'ın gitmek istediği dedikodularda YALAN yazmaktadır, appiah memnundur. değildir ama olsundur. sever o bizi. niyeyse?

hayalimdeki dünyanın fazla ideal olduğunu fark edeli epeyi oldu. o zamandan beri hayatım daha kolay.

taraftarın "para veriyoruz oynayın ulan" ile "bağırsanıza i.neler" arasında, iyi iş yapanı alkışladığı, kötü iş yapanı ise yuhalamayıp sadece alkışından mahrum bıraktığı bir stadyum hayalim vardı misal.

futbolcunun da o stadı dolduran taraftarla başlayıp televizyon karşısında, radyo karşısında, internet karşısında şapkasını kemirenine kadar o renklerin arkasında duranlar kadar kazanmak istediği kupalar hayalim vardı benzer şekilde.

kupa kazanmanın para ve prestijden daha fazlası manasına geldiği bir takımdaşlık ve hedef birliğine sahip olmak. gerçekten bir çok insanı biraz daha fazla gayret ederek mutlu edebileceğini bilenlerin o gayreti göstermek için kendine gelip üzerindeki stresi silkeleyebildiği final niteliğinde maçlar vardı.

ve hiç şüphesiz bu ve benzeri istekleri olmayınca hayatının bütün şirazesi kayıp olmadık şeylere olmadık anlamlar yükleyerek, olmuş bitmişe bakıp yazması en kolay o yüzden de en basit ve sığ tahlillerle kendilerine kızma, kusma bahanesi yaratmamak için akli dengesini koruyabilen taraftar toplulukları.

"paramı kazanıyorum, lüksümü yaşıyorum, yediğim önümde, yemediğim arkamda, taraftar da bana tapıyor. ha olmadı mı? n'apalım, canım sağ olur, gider başka yerden yerim ekmeğimi ayaklarım beni taşıdığınca" demeden, aldığı paranın arkasında o paranın kaynağı olan insanların beklentilerinin de farkında olan, taraftara en azından kayıtsız kalmayan oyuncular...

yok değil mi?

yok malesef...

Hiç yorum yok: